Pazar sabahı… Şehir henüz uyanmamış, kediler bile horlayarak uyuyor. Yalnızca sokak başındaki fırının ekmek kokusu, haftanın yorgunluğunu unutturmaya çalışıyor. Pazar sessizliği işte böyle başlar: Kimsenin üstünü başını düzeltme telaşı yok, hatta pijamalarıyla ekmek almaya çıkanların yüzünde, “Edebiyatın en doğal kostümü budur” diye bağıran bir gurur var.
Sessizlik edebiyatta, çoğu zaman hüzünle el ele gezer. Ama ben bu sabah hüzünle değil, yan komşunun balkonunda asılı çamaşır ipine takılmış çorapla karşılaştım. O çorap, pazar sessizliğini bozmadan bana göz kırptı. Bir roman kahramanı olsa, kesin “Ben de bu hikâyenin yan karakteriyim” derdi.
Romantizm mi? Onu da bulursunuz pazar sessizliğinde. Mesela kahve makinesinin fokurtusu, sevgilinin fısıltısından bile daha tatlıdır. Ama romantik duygularla dolup taşarken, kahveyi taşırırsınız. Sessizlik bozulur, edebiyat orada “hiciv” kısmına geçer: “Hayat, sevgili okur, çoğu zaman kahve gibi taşar; biz ise sadece fincanı yıkarız.”
İşte pazar günleri, insanın edebiyatta en dürüst olduğu günlerdir. Ne patronun gözü üzerinizde, ne de trafik sizi dizginlemiş… Sadece siz, düşünceleriniz ve sokaktan geçen simitçinin “Taze simit!” diye bağırması… Yani sessizlik bile kendi içinde biraz gürültü taşır. Edebiyatın en büyük yalanı da budur: Sessizlik, aslında seslerin tatlı bir ittifakıdır.
Pazarın sonuna doğru, şehir yeniden uyanır. O sessizlik yavaşça çekilir, yerini klaksonlara, çocuk seslerine ve pazartesi korkusuna bırakır. Ama bilirsiniz ki, bir sonraki pazar, aynı sessizliğin edebiyat sayfalarına yeniden sızacağını… Ve belki de bu kez, komedinin ortasında aşkı, aşkın ortasında da hicvi bulacağınızı…
Yorum Yazın