Malik Ördek
İnsanlık tarihi, farklılıkların algılanış biçimlerinin toplumların gelişim süreçlerini derinden etkilediği bir sahnedir. Avrupa ve İslam âlemi, tarih boyunca farklılıklara yaklaşımda birbirinden ayrışan tutumlar sergilemiştir. Avrupa, farklı olanı inceleme, bilimsel yöntemlerle anlama ve topluma entegre etme eğilimindeyken; İslam dünyasında farklılığın çoğu zaman tehdit olarak algılandığı ve yok edilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir. Bu yazıda, iki yaklaşımın felsefi temellerini, toplumsal sonuçlarını ve gelişim süreçlerindeki etkilerini ele almak istiyorum.
Avrupa’nın Farklılığa Yaklaşımı: Merak, Bilim ve Entegrasyon
Avrupa, özellikle Rönesans’tan itibaren, farklı olanı bir tehdit olarak görmekten ziyade, onu anlamaya ve dönüştürmeye yönelik bir merak geliştirdi. Bu yaklaşımın kökenleri, Antik Yunan’dan miras kalan sorgulayıcı düşünce geleneğine ve Aydınlanma Çağı’nın akılcılık vurgusuna dayanır. Kant’ın “sapere aude” (cesaretle bil) çağrısında yankı bulan bu tavır, bilgiye ulaşmak için sorgulama cesaretini gerekli kılar.
Avrupa, farklı olanı ister bir fikir, ister bir birey, isterse bir teknoloji olsun, bilimsel yöntemle incelemeye tabi tuttu. Örneğin suçlu bireyler bile, modern Avrupa toplumlarında rehabilitasyon süreçleriyle topluma kazandırılmaya çalışıldı. Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde işaret ettiği gibi, modern ceza sistemleri cezalandırmaktan çok dönüştürme ve iyileştirme amacı taşır.
Bu yaklaşım, Hegel’in diyalektik felsefesine benzer bir dinamikle işler: Tez (mevcut düzen), antitez (farklılık) ve sentez (yeni düzen). Avrupa, farklılığı yok etmek yerine senteze ulaşmanın bir aracı olarak gördü. Bilimsel devrim, sanayi devrimi ve demokratik kurumların gelişimi, bu yaklaşımın somut sonuçlarıdır.
İslam Âleminde Farklılığa Yaklaşım: Statiklik ve Bastırma
İslam dünyasında farklılığa yaklaşım, tarihsel olarak daha karmaşık bir tablo sunar. İslam’ın erken dönemlerinde, özellikle Abbasîler döneminde, farklı fikirler ve kültürler (Yunan felsefesi, Hint matematiği, Pers edebiyatı) hoşgörüyle karşılanmış ve entegre edilmiştir. Bağdat’taki Beytü’l-Hikme bunun en parlak örneğidir.
Ancak ortaçağdan itibaren bazı İslam toplumlarında farklılığın tehdit olarak algılanması ve yok edilmesi eğilimi baskın hale gelmiştir. Bu anlayışın felsefi kökeninde, otoriteye dayalı bir epistemoloji ve değişime karşı statik bir dünya görüşü bulunur. Farklı olan, düzenin parçası değil, ona tehdit olarak görülür. Bu nedenle farklı fikirler sansürlenir, bireyler dışlanır, suçlular genellikle cezalandırılır; topluma kazandırma hedefi ikinci planda kalır.
Spinoza’nın işaret ettiği “özgür düşünce”nin sınırlandırılması, yaratıcılığın ve yeniliğin engellenmesine yol açar.
Gelişme Sorunsalı: Dinamizm ve Statiklik Arasında
Avrupa’nın farklılığı kucaklayan tavrı, onun dinamik bir toplumsal yapı geliştirmesine imkân tanıdı. Bilimsel yöntem, farklı fikirlerin denenmesine ve en iyilerinin seçilmesine alan açtı. Toplumsal düzeyde de bireylerin potansiyellerini gerçekleştirmeleri mümkün hale geldi.
Buna karşılık İslam dünyasında farklılığın bastırılması, statik bir düzenin devamına yol açtı. Bu statiklik, yeniliklerin önünü kapatarak toplumu adeta bir entropiye mahkûm etti. Nietzsche’nin “üstinsan” kavramı burada anlam kazanır: Farklılık, bireyin ve toplumun kendini aşmasının aracıdır. İslam dünyasında farklılığın bastırılması ise, potansiyeli zincirleyen bir faktör haline gelmiştir.
Sonuç: Farklılık ve Gelecek
Avrupa’nın farklılığa yaklaşımı, onun bilimsel, teknolojik ve toplumsal ilerlemesini sağladı. Ancak bu yaklaşımın sömürgecilik gibi karanlık yönleri de oldu. İslam dünyası ise tarihsel olarak zengin bir çeşitlilik mirasına sahip olmasına rağmen, farklılığı tehdit olarak görme eğilimiyle kendi potansiyelini sınırladı.
Felsefi düzlemde bu fark, açıklık ile kapalılık arasındaki gerilimde yatar. Avrupa, farklılığı sentez aracına dönüştüren açık bir sistem kurarken; İslam dünyası farklılığı kapalı bir sistemde tehdit olarak algıladı.
Gelecekte İslam dünyasının gelişimi, farklılığa daha açık bir yaklaşım benimsemesine bağlıdır. Bu, hem bireysel özgürlüklerin hem de bilimsel düşüncenin önünü açacak bir zihniyet değişimini gerektirir. Avrupa’nın da farklılığı kucaklarken ortaya çıkan etik sorunları ele alması, sürdürülebilir bir ilerleme için elzemdir. İnsanlık, farklılığın bir tehdit değil, bir zenginlik olduğunu kabul ettiğinde, ortak geleceğimiz çok daha parlak olacaktır.
Yorum Yazın