Yorumlar
Müjgan PEKDOĞAN
Ve kırmızı ayakkabının gizemini çözmeye başlayacaktı, neden dışarda kaldı?Gece ne olmuştu? Bir gün önceden de oradan geçtiği için biliyordu huzbir zaman ayakkabılar dışarda kalmazdı, yoksa yoldan geçen geceden kalma birinin mi ya da ev sahibinin mi sorular etrafında pervane olmuştu . Çözüm evin diline basmakti vede öyle yaptı bastı ;kim o ? Posta .kalbinde bi sıkıntı hissetti neydi o ...kadin yavaşça kapıyı açtı ayağında beyaz ayakkabı vardı postacı şaşkın peki dışardaki kimin ayakkabısıydı, mektubu verdi tam dönmüş gidiyordu ki kadin, ayakkabıları giderken çöpe atarmisin dedi .Neydi o gece yaşananlar postacı tabiki diyerek geceden kalma o ayakkabıyı gizemi ile birlikte çöpe attı...Müjgan PEKDOĞAN
Kırmızı Ayakkabının GecesiYazan: Müjgan PekdoğanDün sabah işe giderken apartmanın girişinde, kaldırımın hemen kenarında bir çift kırmızı ayakkabı gördüm. Öylece, sessizce duruyorlardı. Sahibini merak ettim ama o an işe yetişme telaşıyla sadece bir bakış atıp geçtim. Ama içimde tuhaf bir his kalmıştı.Ertesi sabah, yani bu sabah… Aynı ayakkabılar hâlâ oradaydı. Hiç kimse dokunmamıştı. Oysa bizim sokakta öyle şeyler olmazdı. Ayakkabılar dışarıda unutulmazdı, hele ki gece boyunca. Hele ki kırmızı… Kırmızı, unutulmazdı.Bir şey vardı bu işte. İçimi kemiren bir merakla evin kapısına yaklaştım. Ayakkabıların tam önünde durdum. Başımı eğip baktım, numarası küçüktü. Belki bir kadına, belki bir genç kıza aitti. Belki de…Kapıya yaklaştım. Parmaklarım zile uzandı. Bir an tereddüt ettim. Ama o ayakkabılar… Sanki konuşmak istiyorlardı. Bastım zile.İçeriden yankılanan tek kelime duyuldu:— Kim o?— Posta, dedim nedense. Oysa elimde mektup falan yoktu. Kalbim hızlı hızlı atıyordu. Sanki içeMüjgan PEKDOĞAN
Kırmızı Ayakkabının GecesiYazan: Müjgan PekdoğanDün sabah işe giderken apartmanın girişinde, kaldırımın hemen kenarında bir çift kırmızı ayakkabı gördüm. Öylece, sessizce duruyorlardı. Sahibini merak ettim ama o an işe yetişme telaşıyla sadece bir bakış atıp geçtim. Ama içimde tuhaf bir his kalmıştı.Ertesi sabah, yani bu sabah… Aynı ayakkabılar hâlâ oradaydı. Hiç kimse dokunmamıştı. Oysa bizim sokakta öyle şeyler olmazdı. Ayakkabılar dışarıda unutulmazdı, hele ki gece boyunca. Hele ki kırmızı… Kırmızı, unutulmazdı.Bir şey vardı bu işte. İçimi kemiren bir merakla evin kapısına yaklaştım. Ayakkabıların tam önünde durdum. Başımı eğip baktım, numarası küçüktü. Belki bir kadına, belki bir genç kıza aitti. Belki de…Kapıya yaklaştım. Parmaklarım zile uzandı. Bir an tereddüt ettim. Ama o ayakkabılar… Sanki konuşmak istiyorlardı. Bastım zile.İçeriden yankılanan tek kelime duyuldu:— Kim o?— Posta, dedim nedense. Oysa elimde mektup falan yoktu. Kalbim hızlı hızlı atıyordu. Sanki içeMurat Çicek
Kırmızı Topukluların SessizliğiMurat ÇiçekBir aşk, yokuşun ucunda bitmişti. Bir gazeteci, arkasında sessiz bir iz bırakmıştı.Sabahın erken saatlerinde postacı, mektubu teslim etmek üzere sokağa girdiğinde, kapının önünde duran kırmızı topuklular dikkatini çekti. Eğilip almadı hemen. Onlara, bir insan yüzüne bakar gibi uzun uzun baktı. Çünkü bazı nesneler, sahiplerinden daha fazlasını anlatır. O ayakkabılar da öyleydi—bir hayalin, bir kadının, silinmeyen bir sesin hatırasıydı.Buket, bir öğretmen ailesinin çocuğuydu. Kitapların ve sabrın iç içe geçtiği bir evde büyümüş, kelimelerle yoğrulmuştu. Ama onun yüreği gazetecilikte çarpardı. Henüz 25 yaşında, İstanbul’un en büyük yangınını, en karanlık gecesini, en renkli pazarını yazmıştı. Vatan Gazetesi’nin en genç muhabiriydi. Masasından her kalkışında ayağında hep o kırmızı topuklular vardı.Mahallenin çocukları ona “tak tak Buket abla” derdi. Ayakkabılarının sesi, gelişinin habercisiydi. Kimse bir gün o sesi özleyeceğini bilmezdi.Buket, Serdar’la bir üniversite söyleşisinde tanışmıştı. Genç bir atletti Serdar, sözü az, kalbi temiz bir adam. Buket, onun gözlerinde cümlelerini buldu. Aşkları gösterişli değildi—sessizdi, derindi. Serdar her zaman gülümseyerek bakardı ayakkabılarına:— "Bir gün bu topuklular beni terk edecek," derdi. Buket ise her seferinde, — "Sen yeter ki durduğum yere bak," diye yanıt verirdi. "Ben hep o kaldırım taşındayım."Ama hayat, bazen o taşları söküp alır.Buket’in yorgunluğu başta fark edilmedi. Herkes geceden kalan nöbetlere, baharın yorgunluğuna yordu halsizliğini. Teşhis geldiğinde böbrek kanseriydi. Serdar elini tuttu:— "Seninle savaşırım," dedi. Ama Buket’in gözleri çoktan pes etmişti.Tedavisi boyunca yazmaya devam etti. “Hastane Günlükleri” başlığıyla yazdığı yazılar umut oldu, ışık saçtı. Ama topukluları, dolabın en altındaydı artık. Bir sabah Serdar sordu:— "Topukluların nerede?" — "Çok ses çıkarıyorlar," dedi Buket sessizce. "Beni duyma diye sakladım."O kırmızı topuklular, onun var oluşuydu. Sessizleştikçe, Buket’in sesi de soluyordu.Son mektubunu yazdı. Postacıya verilmek üzere komodinin üstüne bıraktı. Ayakkabılarını da kapıya… Mektubun içinde tek bir cümle vardı:“Beni değil, ayak izimi unutma.”Sabah kapının önünde durdu postacı. Bir çift kırmızı topuklu ayakkabı ve Vatan Gazetesi logosu taşıyan zarflı bir mektup… Kapıyı çalmadı. Çünkü bazı vedalar sessiz okunur. Bazı ayrılıklar yalnızca ayakkabıların sesiyle duyulur.Buket artık yoktu.Ama kırmızı topuklular hâlâ kapının önündeydi. Serdar her sabah onlara bakarak uyanıyordu. Sanki Buket her an çıkıp gelecekmiş gibi… Sanki o topuklular, hâlâ bir hikâyeye başlıyormuş gibi…Vatan Gazetesi’nde hâlâ onun adı geçiyor. Genç muhabirlere örnek gösterilirken hâlâ “tak tak Buket” deniyor. Masası boş değil. Kalemliği hâlâ yerinde. Çünkü bazı insanlar gitmez. Sadece sesi azalır.Ama o kırmızı topuklular… İşte onlar hiç susmaz.Bazı aşklar ulaşılamazdır. Ama bazı ayakkabılar, asla unutulmaz.Mustafa Bayram
“O sabah, postacı mektubu vermeden önce kapının önünde bir çift kırmızı topuklu ayakkabı bulmuştu…”Ne bir isim vardı yanında, ne bir not…Sanki biri gecenin içinden geçip, geçmişini orada bırakmıştı.Postacı, ayakkabılara kısa bir bakış attı; sonra mektubu posta kutusuna bırakıp uzaklaştı.Ama biz uzaklaşamadık.O sabah, kapımızın önüne bırakılan şey, sadece bir çift ayakkabı değildi.Bir hikâyeydi.Bir geçmiş.Bir sır.Ve belki de bir veda…Annem, sabah çayını yudumlarken fark etti ayakkabıları.Önce yere düşen bir anı gibi eğildi; sonra hafifçe gülümsedi.“İpek’in ayakkabıları bunlar,” dedi sessizce.O an, evdeki tüm saatler sustu.İpek, ablamdı.Ya da bir zamanlar öyleydi.Evin en neşeli sesiydi, sonra bir gün ansızın çekip gitti.Bir not bile bırakmadan…Ne bir iz, ne bir adres.Sadece sessizlik.Ve şimdi, yıllar sonra…Ayakkabıları kapının önünde.Annem ayakkabılara dokunmadı.Onlara bakarken gözleri başka bir yeri görüyordu.Belki de eski bir yaz akşamını…Belki babamın gülümsemesini…Belki o evi terk eden ve bir daha dönmeyen genç kadını.O akşam, gökyüzü tuhaf bir renge büründü.Yağmur yağmadı ama hava nemliydi; sanki ağlamakla ağlamamak arasındaki bir yüz gibi.Ayakkabılar, üç gün boyunca kapının önünde kaldı.Ne biz dokunduk onlara, ne bir başkası.Sadece bir sabah…Bir rüzgâr esti.Ve ayakkabılar yoktu.Ama mektup hâlâ duruyordu.Ve içindekiler, asıl hikâyenin şimdi başladığını fısıldıyordu…Ali Yurtseven
Postacı kapıda ilk defa böyle bir renkte ayakkabı görmüştü. Zarfı elden teslim etmek istedi. Kapıyı çaldı. Kapyı tanımadığı bir adam açtı. Postacı zarfınız var dedi. Kapıdaki adam biz bir şey beklemiyorduk diye cevap verdi. Bu arada içeriden bir bağırma sesi geldi. Atıf çabuk gel baban nefes alamıyor dedi. Atıf oralı olmadı. Yine aynı numarayı tapıyordur dedi. Postacı göz ucuyla ayakkabıya baktı. Atıf beğendiysen alabilirsin zaten daralmıştı dedi. Postacı içeriye doğru bakar gibi yaptı. Atıf bu zarf bana sit değil dedi. Postacı bu adrese gelmiş derken içerdeki ses ağlamaklı bir şekilde Atıf baban ölüyor dedi. Atıf umursamaz bir tavırla numaradır merak etme o na bir şey olmaz dedi…Ali Yurtseven
Zarfın GölgesiYazan: Ali YuurtsevenKapının önünde durmuş, elindeki zarfı sıkı sıkı tutuyordu postacı. Bu apartmana onlarca kez mektup getirmişti ama bu kez farklıydı. Rengi tuhaf, solgun ama canlı bir çift ayakkabı dikkatini çekmişti. Bu ton... içini bir garip etmişti. Zili çaldı.Kapıyı açan adamı tanımıyordu. Yüzü yabancıydı ama bakışlar... içini tırmalayan o sessiz sertlik, tanıdık geliyordu. — Zarfınız var, dedi. Adam kısa bir duraksamayla cevapladı: — Biz bir şey beklemiyoruz.Tam o anda içeriden bir çığlık duyuldu: — Atıf! Çabuk gel! Baban nefes alamıyor!Postacı irkildi. Kapıdaki adam ise kıpırdamadı. — Yine aynı numarayı yapıyordur, dedi umursamazca. Postacının bakışları tekrar ayakkabılara kaydı. Parlak kırmızı, eski ama dikkat çekici... — Beğendiysen alabilirsin, dedi adam. Zaten daralmışlardı.Postacı içeriye göz ucuyla baktı. Salonun ucunda bir gölge kıpırdanıyor gibiydi. — Bu zarf size ait değil mi? — Hayır, bana değil. — Ama bu adrese...Yine içeriden, bu kez ağlamaya yaklaşan bir ses yankılandı: — Atıf, baban ölüyor!Atıf başını çevirmedi bile. — Numaradır, merak etme. Ona bir şey olmaz.Postacı sessizleşti. Elindeki zarfın ağırlığı sanki artmıştı. Onu tanıyordu. İçeride can çekişen adamı. Yıllar öncesinden. O evde sık sık kavga sesleri duyulur, kadının çığlıkları apartman boyunca yankılanırdı. Sonra kadın birden yok olmuştu. Yerine "yeni karısı" ve onun yeni ailesi gelmişti.Bu genç... Atıf olmalıydı. Küçükken annesinin arkasına saklanan, balkon demirlerinin ardında suskun duran çocuk.Şimdi babasının karşısına kırmızı ayakkabılarla çıkmıştı. Bu ayakkabılar, geçmişin izlerini taşıyan bir sessiz isyandı. Ona o günleri hatırlatmak için seçilmişti. Soğuk bakışları, umursamaz sözleri... belki de sadece korunaklı bir kabuktu.Postacı zarfı bırakmadan önce kapıdaki adamın gözlerinin içine baktı. — Hayat bazen hiç beklemediğimiz mektuplarla yüzleşmek için gelir, dedi. Zarfı eşikten içeri, ayakkabıların yanına bıraktı. Ardına bile bakmadan merdivenlerden indi.Zarf, yerde sessizce bekliyordu. Tıpkı yıllarca susturulmuş bir çocuk gibi: sonunda konuşmak üzere.
Yorum Yazın